Mükremin Kızılca etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mükremin Kızılca etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

DELİLER MEDENİYETİ

Onların cihadı adam öldürmek değil adam oldurmak demekti.

Büyük bir zatın “Siz sahabeyi görseydiniz bunlar deli derdiniz” sözünden de anlaşıldığı gibi sahabe-i kiram her şeylerini İslami cihat uğrunda feda eden tebliğ erleriydiler.

Bu nedenle hazreti Osman zamanında Asya ve Afrika kıtalarına hâkim olmuştu Müslümanlar. Hala da ötelere gidiyorlardı, doğuda Çine, batıdaysa Fransa’ya dayanmışlardı İberyadan girerek.
Ne var ki fethedilen memleketlerden elde edilen hazineler ve ganimetleri depolayacak yer bulunamıyordu. Dağıtımda büyük haksızlıklar olduğunu iddia edenler Hz Osman’ın son dönemini kana bulamışlar ve hiç bitmeyecek bir fitneyi ateşlemişlerdi. Bütün bunların tek nedeni dünyalıktı. Yani deliliğin sonu.

Hiç bitmeyen deyince hatırıma yakınlarda okuduğum bir eserde konu edilen İbrahim Gelenbevi hazretlerinin hikâyesi geldi, kısaca arz edeyim:
İsmail Gelenbevi hazretleri zamanında İslam ümmeti param parça idi.
Hazreti peygamberin a.s. “ümmetim 73 fırkaya ayrılacak” sözüne sadık kalmak (?) için büyük zahmetlere katlanan Müslümanlar illa da 73 rakamını yakalamak için çabalıyorlardı.
Kendi aralarında dört mezhebe ayrılan ehl-i sünnet camiası da mutlaka tartışacak alanlar keşfediyorlardı, mesela Tahiyyatta şehadet parmağı kalkacak mı kalkmayacak mı ve çekirge helal mi haram mı gibi.
Zaten dört mezhep konusunu olgunlaştıran Müslümanlar bu sefer de tarikatlara yönelerek hak tarikat batıl tarikat tasnifiyle karşı karşıya geldiler. Artık 73 fırka tamamlanmıştı. Efendimizin “72 si cehennemde birisi cennette” sözünü de herkes kendisine çekerek “fırka-i naciye biziz, Nuh’un gemisi bizim yolumuz” diyerek diğerlerini çıkmaz sokak ve sapık akım olarak izah ediyorlardı.

İbrahim Gelenbevi Efendi ise değişik bir yol izliyordu. Üstadı Ahmet en-Nuşinin “tasavvufla olmaz, felsefeyle ve hakiki bir imanla Fırka-i Naciye’den olunabilir” tezini öne çıkararak etrafındaki halkaları genişletmeye başladı.

İbrahim Gelenbevi hz, bütün tarikatların ve itikadi akımların saygı duyduğu bir duruma gelmişti. Onun ekolü büyüdükçe büyüdü ve bir okula dönüştü. Öyle ki zamanında bütün komşu devletlerde hatta bütün dünya devletleri arasında tanınır hale geldi. Hanların ve hakanların verdiği bir satırlık mektuplarla dünyanın dört köşesinde açmadığı kapı kalmadı.

Müslüman olmayan kişi ve kurumlarla da çok yakın ilişkiler kuran İbrahim Gelenbevinin sohbetine katılan her alandan Müslümanlar bu öğretiyi tüm dünyaya yaymaya başladılar, haddi zatında İbrahim Gelenbevi hazretlerinin öğretisinde İslam’a aykırı bir taraf da yoktu. Bağlıları İslam’ın şartlarını son derece itina ile ifa ederler, teheccüde, duaya, tesbih namazına, evvabine, kuşluk ve diğer nafile namazlara tarikat erbabından daha fazla titizlikle devam ederlerdi. Böylece çevrelerine örneklik yaparak öğretinin etrafındaki yayılma dalgalarını daha da geniş alanlara ulaştırıyorlardı.
İbrahim Gelenbevi hz, “islami tebliğin ancak deliler sayesinde yaygınlaşabileceğini” savunuyordu, bu bakımdan başta kendisi olmak üzere çoğu muhitinin dünyada kaybedecek bir şeyleri yoktu. Adeta İbrahim Ethem hazretlerini irşat eden işaretteki gibi damda deve aramıyorlar davanın peşinden koşuyorlardı.
İbrahim Gelenbevi kırk yıl süren İslami cihadında kimsenin burnunu kanatmamış kimseye öte git dememişti. Sadece ülkesi değil tüm dünya yeni bir dünya düzenine girmek üzereydi. Bir sekteye uğranılmazsa bu hızla İslami tebliğin duyurulmadığı nokta kalmayacaktı.

Gelenbevi ekolü zengin fakir tüm Müslümanlar arasında çok tutmuştu. İslam kıyamete yakın gerçekleşeceği vaat edilen altın çağını yakalamak üzereydi.

Hanlar, hakanlar, vezirler, kervan ve kervansaray sahipleri, toprak ağaları, imalathane işletenler, emrinde binlerce amele çalıştıran nice maldarlar ona bağlanmışlardı. Onun emrinden kıl kadar sapmıyorlar bir işaretiyle istediği her şeyi yapıyorlardı. Zaten İslam’ın istediği de mutlaka bir emir sahibine kayıtsız ve şartsız itaat etmek değil miydi? Yeter ki asr-ı saadet Müslümanları gibi bir hayat tarzı olsundu, işte burası tam orasıydı.

İbrahim Gelenbevi hazretlerinin dergâhları o günün bütün memleketlerine yayılmıştı. Yeni nesiller onun öğretisiyle daha doğrusu İslam’a tıpa tıp uygun öğretiye göre hayatlarını belirliyorlardı.

İbrahim Gelenbevinin 40 yıllık irşat döneminde dünyada kendisini ve ekolünü tanımayan kalmamıştı. Gerek kendisi gerek davası ve hedefleri üzerine yerli ve yabancı yazarlar tarafından birçok kitaplar yazıldı. O artık İslam’dan mütevellit yeni bir dünya düzeni peşindeydi.

Onun getirdiği müsamaha ve af kültürü mayasını almış yeni kuşaklar ona uyum sağlamışlardı. Kendi memleketinde han ve hakanların savaşı da hiç eksik olmaz biri gelir biri giderdi ama o hep kaldı, en zalim hanlarla bile iyi geçinmesini bildi. Bütün bunları sadece Allah rızası için yapıyordu.

Ancak “deliler” bitmek üzereydi. Artık herkes mal mülk evlat ıyal sahibi olmuştu. Gelenbevinin etrafındaki ilk halkaları zayıflar değil kuvvetliler oluşturmaya başladı. Onun vaazlarına hüngür hüngür ağlayan cüzdansız dervişlerin yerini son derece mütemevvil variyetliler almıştı.

40 yılın sonunda memlekette bir han kavgası daha çıktı bu sefer değişik bir hakan geçti başa. Son derece dindar ve halkın da sevdiği yeni hakanla Gelenbevinin farklı fikirleri vardı. Ama bu müsamaha ve af kültürüyle Gelenbevi onun zamanında da uzun zaman tebliğlerini tüm dünyada sürdürdü.
Her şey kemale ermişti her kemalin de bir zevali olurdu. Ama bu kemal İslam’ın kemaliydi onun için bir zeval düşünmek abesle iştigaldi ve Müslümanlar için hiç iyi olmazdı.

Bir gün hikmet-i hükümetten olmalı ki yeni hakan Gelenbevinin dergâhlarından bir kısmının kapatılması gerektiğini açıkladı. Bu konuda harekete geçen vezirler Gelenbevinin dergâhlarından birçoğunu kapattılar.

İşte tam bu sırada Gelenbevi çok önemli bir karar vermek durumunda kaldı: ya 50 yıldır yaptığı gibi bu hakana da itaat ederek müsamaha ve af geleneğini sürdürerek daha da yaygınlaşma yolunu arayacak ya da itaatsizlik yaparak İslam’ın biat kültürünü alt üst edecekti.

Onun yapması gereken tabi ki birinci şıktı. Ama o hiç beklenmeyen bir şey yaptı ve bütün variyet ve çevresini isyana teşvik etti. Müslüman halkın ve kanaat önderlerinin tavsiyelerine, af dileme tekliflerine ve yanlıştan dönme isteklerine kapıyı kapattı. Hakanı zalimlikle, nemrut ve firavunvari hareket etmekle suçlamaya başladı. Halbuki İslam davasının değişmez prensiplerinden birisi de ülülemr denilen ve Allah ve rasülünden sonra gelen üçüncü mercie itaat etmesi gerekirdi. Halbuki Gelenbevi, her halükarda günahkar da olsa Müslüman bir devlet büyüğüne itaat etmenin fitneye sebep olmamak namına gerekli olduğunu çok iyi biliyordu. O ise tam tersine bir iç kargaşayla bu hakanı bertaraf edeceğini planlamıştı ama olmadı. Halkın çok sevdiği yeni hakan bütün umduklarını boşa çıkardı.

Gelenbevi memleketi terk etti başka bir krallıktan bağlılarını yönetmeye, yeni kralın aleyhine kışkırtmaya devam etti. Bu durum Müslümanlar arasında büyük kırılmalara neden oldu. En sonunda, Gelenbevinin, bulunduğu memleketten: “Benim öğretilerim sekteye uğrayacağına memleketim batsın” dedi bu cümle artık Müslümanlar arasında zirvelere çıkan sevgisini sıfırlamaya yetmişti.
Bütün bunlar dünyalıklara boğulan maddi makam ve mansıp sahiplerinin etrafında haleler oluşturmasından sonra olmuştu. O artık “Nerede o eski günler üç beş deliyle yollara düştüğümüz günler” diye çırpınıyordu.

Peygamberimizin sav buyurduğu gibi “bizi mal yıkmıştı aksi halde ibadetlerimiz cihadımız ve İslami hayatımız mükemmeldi” ama mal var ya mal, o canın yongası olan mal birçok canı ve Gelenbevi öğretisine sahip kişileri sağduyudan alıkoymuştu.

Gelenbevi sonunda sohbetlerinde haddini aşan laflar etmeye başladı. Gittikçe daralan etrafındaki halkaları dolduranlar hatalı sözlerini de alkışlamaya devam ettiler.

Oysa insan yaşlandıkça duygusallaşabiliyor ve varsa yapılan haksızlıkları abartarak tel’in etme yoluna gidebiliyordu. Bu durumlarda belli yaşlardan sonra liderler ve önderler müsteşarlarını seçerken daha dikkatli olmalıdırlar.

Önderinin dediklerini nakleden müsteşarlar bu durumda liderinin ağzından çıkan sözleri inandığı kriterlere göre bir sansürden sonra duyurarak iman ettiği davaya iyi bir hizmette bulunabilir.

YİRMİ BİN KİŞİNİN OKUDUĞU MAKALE





Üzerinde yaşadığımız bu, uzayın küçük köyü olan dünya adlı gezegen “Allah’ın iyi kullarına vaat ettiği” bir oyalanma, ahirete hazırlık ve Allah’ın mesajlarını okuma ve okutma yeridir.

Burada Müslümanlar Kur’an’ın ilahi mesajını hem kendileri yaşayacak, uygulayacak hem de dünya halk ve milletlerine duyurarak tebliğ sorumluluğundan kurtulabileceklerdir. Bunun için önce Müslüman fertlere sonrada evrensel İslami kurumlara düşen ağır görevler vardır.

Bu makale serisinde bu iki görevli kişiliğin dikkat etmesi gereken konuları gözden geçirmeğe çalıştım.  Özellikle kendi işi gücüyle meşgul insanların nelere dikkat edeceği konusunda, hilafetin kaldırılmasından sonra tüm Müslüman ülkelerde filizlenen siyasi ve ictimai oluşumlara giren, katkıda bulunan, taraftar olan Müslüman fertlerin düştükleri yanlışları sadece edile-i şer’iyyemizden alıntılar ışığı altında düzelmemiz ve Allaha kolay hesap verebilmemiz babında ortaya koymaya çalıştım.

İslam ülkelerinde gerek tarikat ve tasavvuf kapısından, gerekse cemaatleşme ve İslami siyaset kapısından girerek İslam’a daha iyi hizmet etmeği amaçlayan Müslüman kardeşlerimde gördüğüm feci ve vahim hatalarını hiçbir ad ve şahsiyet vermeden kesin naslarla ortaya koyarak “İslam Ümmetinin Birliği Aşkına” bir şeyler yapmağa ve uyarmağa çalışacağım. Bu, Müslümanlar olarak içimizdeki hastalıkların tanınması ve çareler önerilmesi demektir.

Asr-ı Seadette ismen olmayan ama fiilen var olan TASAVVUF

Tasavvuf, İslam’ın fitnelere karışarak kırımların yaşandığı devirlerde, samimi Müslümanların her iki tarafa da bir şey diyemediği ve hangi içtihadın doğru ve ya yanlış olduğu konusunda karar veremediği sıralarda kenara çekilip züht ve takvaya dayalı bir hayat sürmeleri ile başlamıştır. Peygamberimizin a.s. haber verdiği herc ü merç ve iç terör olaylarının patlamasıyla bir anda iki halife çıkması ve herkesçe kusursuz bilinen büyüklerin ayrı cephelerde yer alması Müslümanları derinden yaraladı ve tasavvufa yönelmelerine neden oldu.

Tarikat ise bunun yol manasındaki kurumsallaşmış halidir. Bu kurum kendisini ayakta tutmak için naslarla teyit edilmek zorundadır. Kesinlikle doğruluğuna inandığımız naslar ayet ve hadisi şeriflerden oluşur. Turuk-u aliyye denen ehl-i sünnete uygun hak tarikatlar oluşmuş, normal olarak karşısında da turuk-u batıla denen sapık tarikatlar da türemiş ve türeyecektir zira hak tarikatlar hak mezhepler hangi ayet ve hadisi şerifleri kullanırlarsa onlar da kullanacaklardır. İşte tam bu sırada batıl ve İslam’a uymayan tarikatlarda müritleri tutmak için aynı naslara başvuracaklardır, çünkü bir Müslüman ayet ve hadisten başka bağlayıcı bir şey kabul etmez.

Nedir bu naslar? Bu naslar Allahtan sonra hazreti peygambere, ondan sonra da ülü’l-emre yani üçüncü bir mercie kayıtsız ve şartsız itaat etmeği amir ayet ve hadislerdir.

Nisa 59“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ülü’l-emre de itaat edin. Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resûlüne arz edin. Bu, daha iyidir, sonuç bakımından da daha güzeldir.”

65 “Hayır! Rabbine ant olsun ki onlar, aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar.”

Bu iki ayetten ilki üçüncü emir sahibini yani itaat edilecek kişiyi tayin etmiş ve “ülü’l-emr” olarak adlandırmıştır. İkinci ayette peygambere kayıtsız ve şartsız itaati emretmektedir. O halde ülü’l-emre itaat da Allaha ve resulüne itaatle aynıdır.
İşte gelmek istediğimiz nokta: batıl ve sapkın tarikatlarda bu ayetleri kullanıyorlar o halde sahte şeyhlere karşı Müslümanları kim koruyacaktır?
Peygamberimiz a.s. vefatından sonra 33 yıl halkın seçtiği dört halife gelmiş bunların üçü terör ve fitne nedeniyle şehit edilmişlerdir. Daha sonra ise kendisini halife ilan eden hanedanlar yönetmiştir Müslümanları.


Müslümanların idaresi konusunda nebevi ve ilahi ölçü bu muydu? Asla bu değildi. Dört halife devri denen Hulefa-i Raşidin tamamı seçimle ve liyakatle ilahi ve nebevi irade olan ehliyet esası üzere gelmişlerdir. Bunların ardından ise veraset ve babadan oğlu krallık sistemleri tüm Müslümanlara hâkim olmuştur. İşte burada ilk büyük hatayı yapmış oluyordu Müslümanlar o tatlı koltuklar uğruna.

KÂTELEHÜMÜLLAH!

Lanetlerin en büyüğü olan ilahi terimdir. İki ayette geçmektedir: 
“Yahudiler, “Üzeyr, Allah’ın oğludur” dediler. Hıristiyanlar ise, “İsa Mesih,Allah’ın oğludur” dediler. Bu, onların ağızlarıyla söyledikleri sözleridir. Onların bu sözleri daha önce inkâr etmiş kimselerin söylediklerine benziyor. Allah, onları kahretsin. Nasıl da haktan çevriliyorlar!” (Tevbe / 30)
“Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider. Konuşurlarsa sözlerine kulak verirsin. Onlar sanki elbise giydirilmiş kereste gibidirler. Her kuvvetli sesi kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın! Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan) çevriliyorlar!” (Münafikun)
Ayetlerde görüldüğü gibi Türkçe karşılığı “Allah onları kahretsin!” dir. Bu ilahi bedduanın hedefi birincide Yahudiler ikincide ise münafıklardır.
Geçenlerde bir yerel TV kanalında gördüm. Kentin tanınmış hocalarından birisi anlatıyordu: “Meğer bunlar neymiş, menfaat şebekesiymişler, zaten biliyorduk da söylemeye çekiniyorduk. Kâtelehümüllah! Allah onları kahretsin!”
Hocanın sözünü ettiği Türkiye’de yerleşik bir cemaattir. İyi veya kötü bir cemaat, hatalı kusurlu bir cemaattir. Siyasete bulaşarak kendini heder eden bir cemaattir, anladık ama…
Bu hocanın yaptığını tarihin hiçbir döneminde başka yapan bir İslam âlimi görmek imkânsızdır. Evet, bütün meslekler gibi hocalık mesleğine sahip olan toplulukta da kıskançlıklar çekememeler olabilir. Siyasete karşı yaranmak veya yaranmamak için ayağa düşenler birbirine girenler olabilir. Ama evet ama: ne kadar günahkâr olursa olsun “Kâtelehümüllah! Allah onları kahretsin!”” tarzında bir lanetleme akıl karı değildir. Müslümanın bu tarz olaylar karşısında demesi gereken söz: “Allah onları hidayet etsin”, olmalıdır.
Şahsen tekrar yineleyeyim ki hiçbir cemaate bağlılığımdan veya bağlı olmayışımdan böyle bir tepki vermiş değilim. Benim tek kaygım İslam birliğinin içte ve dışta zedelenmemesidir. Evet, tek üzüntüm Ümmetin birliği aşkıdır.
Sayın hocam! Sizi böyle coşturan nedir Allah aşkına? Bundan iki sene önce şiddette sizinki kadar olmasa da ona yakın bir lanetleme ve mübahele yapan bir hoca çıkmıştı ve bu lanetinden ötürü halk nezdindeki sevilirliği diplere vurmuştu.
Sizi şahsen bu hallere düşüren gerçek sebebi öğrenmek istiyorum. Ben o zaman o hocaya da ”Olmadı Hocam! Bu Beddua Olmadı” başlığıyla bir makale yayınlamıştım istersen bir de ona göz at ve tevbe etmekte acele et.
Tabi sen bu yazıyı görmeyeceksin veya tanıdıklarından birinin gözüne ilişecek sana bir şekilde çıtlatacaklardır. O zaman da üstlenmeyecek ve kabullenmeyecek ve ben demedim havalarına gireceksin biliyorum. Ama Ümmetin Birliği Aşkına bir kez düşünmeni istiyorum.
O ala meleinnas yaptığın konuşma kime ne kazandırdı acaba? Cemai ve fırkavi getiriler uğruna Müslümanların fırkalaşmada derinleşmelerine bir kazma da siz vurdunuz kabul edin.
Şimdi siz hiç dilinizden düşürmediğiniz:
“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.” (Al-i Imran / 103)
Ayet-i kerimesini ya hiç anlamamışsınız ya da bu lanetlemenizle neuzü billah bu ayette sözü edilen fırkalardan birisine bağlı olan milyonlarca masum Müslümanı tekfir ediyorsunuz manası çıkar. Tabi ki siz bir açıklama yapma gereği duymazsanız. (29-02-2016)

KADERİ EN İYİ ANLATAN 18 AYET

Kader İslam toplumunda olduğu gibi tüm ortamlarda en fazla tartışılan bir konu olmaya devam ediyor.
Zaman zaman bu konuda isyanların ve aykırı feryatların yükseldiğini görürüz. Oysa İslam, bizi olumsuz etkileyen olaylar karşısında nasıl davranmamız gerektiğini örnek bir peygamberi ve ona uyan sahabeleri aracılığıyla apaçık ortaya koymuştur. Yüce peygamberimiz bir yatsı namazından sonra cemaate dönerek: “biliyor musunuz, yüz yıl sonra içinizden kimse kalmayacak” buyurdular.
Hz. Musa, bir duasında kendisinden daha bilgili bir insan olup olmadığını Allaha sorar. Gayesi sadece o kişiden istifade etmektir.   Allah cc, Hz. Musa'ya, böyle bir kişi olduğunu ve onu görmek için de "Mecmaü'l-Bahreyn"e (iki denizin birleştiği yer Akdeniz’le Hint okyanusunu birleştiren Kızıldeniz olabilir) kadar gitmesini işaret eder.
Hz. Musa da emre icabet ederek yanına bir genç alır ve yola koyulur. Bu genç Yuşa b. Nun'dur. (Yuşa a.s. ın mezarı İstanbul Yuşa tepesindedir) Yolda büyük bir kayanın yanına varırlar. Orada bir müddet istirahat edilir. Bu arada zembillerindeki ölü balık birden canlanır ve denize dalıverir; derken gözden kaybolur.
 Hz. Musa ile a.s. bir müddet yürürler. Kendilerinde bir yorgunluk ve açlık hissettiklerinde Hz. Musa'nın teklifiyle yemek yemeye karar verirler. O esnada Hz. Yuşa unuttuğu bir meseleyi hatırlar; balığın canlanıp denize atlayıp gittiğini. Daha sonra oranın bir buluşma yeri olduğunu anlayıp geriye dönerler. Hızır'ı a.s. orada duruyor görürler. Kur’an-ı Kerim Hızır’ı, kendisine "Ledün ilmi" verilen bir kul olarak anlatır. 
Yukarıda 18 ayette anlatılan olayın giriş kısmını önceki ayetlerden özetlemeye çalıştım şimdi aşağıdaki 18 ayet mealine yukarıdaki özetin devamı olarak dikkatle bakın:
“Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet vermiş, yine ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik. Musa ona: Sana öğretilenden, bana, doğruyu bulmama yardım edecek bir bilgi öğretmen için sana tâbi olayım mı? Dedi.
Dedi ki: Doğrusu sen benimle beraberliğe sabredemezsin. (İç yüzünü) kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredersin?
Musa: İnşallah, dedi, sen beni sabreder bulacaksın. Senin emrine de karşı gelmem.
(Hızır) Eğer bana tâbi olursan, sana o konuda bilgi verinceye kadar hiçbir şey hakkında bana soru sorma! Dedi.
Bunun üzerine yürüdüler. Nihayet gemiye bindikleri zaman o (Hızır) gemiyi deldi. Musa: Halkını boğmak için mi onu deldin? Gerçekten sen (ziyanı) büyük bir iş yaptın! Dedi.
 (Hızır:) Ben sana, benimle beraberliğe sabredemezsin, demedim mi? dedi.
Musa: Unuttuğum şeyden dolayı beni muaheze etme; işimde bana güçlük çıkarma, dedi.
 Yine yürüdüler. Nihayet bir erkek çocuğa rastladıklarında (Hızır) hemen onu öldürdü. Musa dedi ki: Tertemiz bir canı, bir can karşılığı olmaksızın katlettin ha! Gerçekten sen fena bir şey yaptın!
(Hızır:) Ben sana, benimle beraber (olacaklara) sabredemezsin, demedim mi? dedi.
Musa: Eğer, dedi, bundan sonra sana bir şey sorarsam artık bana arkadaşlık etme. Hakikaten benim tarafımdan (ileri sürebilecek) mazeretin sonuna ulaştın.
Yine yürüdüler. Nihayet bir köy halkına varıp onlardan yiyecek istediler. Ancak köy halkı onları misafir etmekten kaçındılar. Derken orada yıkılmak üzere bulunan bir duvarla karşılaştılar. (Hızır) hemen onu doğrulttu. Musa: Dileseydin, elbet buna karşı bir ücret alırdın, dedi.
(Hızır) şöyle dedi: "İşte bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır.
Şimdi sana, sabredemediğin şeylerin içyüzünü haber vereceğim.
Gemi var ya, o, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu kılmak istedim. (Çünkü) onların arkasında, her (sağlam) gemiyi gasp etmekte olan bir kral vardı. Erkek çocuğa gelince, onun ana-babası, mümin kimselerdi. Bunun için (çocuğun) onları azgınlık ve nankörlüğe boğmasından korktuk. Böylece istedik ki, Rableri onun yerine kendilerine, ondan daha temiz ve daha merhametlisini versin. Duvara gelince, şehirde iki yetim çocuğun idi; altında da onlara ait bir hazine vardı; babaları ise iyi bir kimse idi. Rabbin istedi ki, o iki çocuk güçlü çağlarına erişsinler ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar. Ben bunu da kendiliğimden yapmadım. İşte, hakkında sabredemediğin şeylerin iç yüzü budur.” (Kehf / 65-82)
İşte bütün semavi, arazi, enfüsi ve afaki afet ve belaların içyüzü de böyle bir şey olup anlamamız kavramamız imkânsızdır. Ancak bütün olayların mutlaka bir de maddi tarafı ve görünür sebebi vardır. Bir gencin Hızır tarafından öldürülmesinin de maddi bir sebebi mutlaka vardır. İdam cezası almış olabilir, eceli gelip işi Azrail Hızır’a havale etmiş olabilir mesela.  
Kader konusunu Allaha teslimiyetten başka anlama yöntemi yoktur. Bu konuda sizlere yakında Tebbet örneğini de anlatmaya çalışacağım inşallah.

TERÖR SORUNUNA İSLAMİ YAKLAŞIM

Müslüman asla terörist olamaz buna en başta şerefyap olduğu din mani olur.
Bugün dünya üzerindeki terör örgütleri incelendiğinde Marksist - Leninist örgütlerin başı çektiği görülecektir.
Aslında dünya ülkeleri ve BM gerçek anlamda ve samimi olarak her türlü teröre karşı dursalar kesinlikle bu terör eylemlerinin kökü kazınacaktır ancak menfaat ve çıkarları uğruna başka ülkeleri yok etmek veya ezmek isteyen daha güçlü ülkeler bu terör örgütlerini kullanmaktadırlar.
İslam’ın ve dinin, “efradını cami ağyarını mani” olan mükemmel tarifi her şeyi veciz bir biçimde özetlemektedir: “din; akıl sahiplerini kendi istek ve iradeleriyle bizzat iyi olan sonuca götüren ilahi bir yasadır”.
Bu tariften Müslümanlığın; iyilikten başka amacı olmayan bir din, zorlamayla tebliğ edilmeyecek olan bir hakikat ve tüm insanların savaşsız huzur içinde yaşamalarını hedefleyen bir gerçek olduğunu anlıyoruz.
Yaratıcı, doğanın dengesi için hayvanları birbirine kırdırırken insanlara insanca yaşayabilecekleri yasaları tek tek sıralamıştır;
1- Komşun aç ise sende tok olmayacaksın 2- Mallarının belli bir yüzdesini her yıl ekonomik olarak düşkün olanlara vereceksin. 3- Kendin için ne istiyorsan herkes için isteyeceksin 4- Kendine yapılmasını hoş görmediğini kimseye yapmayacaksın. 5- Kimseye başta öldürmek olmak üzere en ufak bir zarar vermeyeceksin aksi halde aynının sana uygulanacağını bileceksin.
6- Yakın akraban, çocukların ve düşmanın bile olsa adaletten taviz vermeyeceksin.
Her şeyden önce bir Müslüman, fert olarak terörden, haksızlıktan, zulümden, kul hakkı yemek ve her türlü başkalarına karşı zarar içeren hal ve hareketlerden uzak durmak zorundadır. Bu konuda, bizlere hayat rehberi olan Kur’an ve onun bize ulaştırıcısı yüce peygamberimiz a.s. her türlü yol ve yordamı göstermektedirler.
Yüce peygamberimizin kendisinden sonra büyük fitnelerin, bozgunların olacağını kıyametin de bu bozguncuların ve eşkıyanın hâkimiyeti sırasında kopacağını ve bu durumlarda Müslümanların ne yapması gerektiğini beyan buyurduğu pek çok hadis-i şerifi de mevcuttur. Şimdi günümüze ışık tutan iki hadis-i şerife bir bakalım:
“Resulullah (sav) buyurdular ki: "Size çullanmak üzere, yabancı kavimlerin, tıpkı sofraya çağrışan yiyiciler gibi, birbirlerini çağıracakları zaman yakındır." Orada bulunanlardan biri: "O gün sayıca azlığımızdan mı?" diye sordu: "Hayır," buyurdular. "Bilakis o gün siz çoksunuz. Lakin sizler bir selin getirip yığdığı çer-çöpler gibi hiçbir ağırlığı olmayan çer-çöpler durumunda olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı korku duygusunu çıkaracak ve sizin kalplerinize zaafı atacak!" "Zaaf da nedir ey Allah`ın Resulü?" denildi. "Dünya sevgisi ve ölüm korkusu!" buyurdular.” Kütüb-i Sitte Ravi : Sevban  Hadis No : 4771  
Bu sıhhatinde şüphe olmayan bu hadis-i şerifi yakından incelediğimizde göreceğiz ki bugünkü bela ve musibetlerin başında: düşmanın kalbinde bulunan bize ait korkunun gitmesi ve bizim kalbimize de "Dünya sevgisi ve ölüm korkusu!" nun girmesi bulunmaktadır.Ey Kur’an’ı indiren, hesabı hızlı olan Allah’ım! Din ve vatan düşmanı teröristleri ve fraksiyonları hezimete uğrat, bizi onlara üstün kıl, onları sars, darmadağın et.
Ey dertlilere, çaresizlere ve belaya düşenlerin duasını kabul eden Allah’ım! Sen bize ve tüm Müslümanların başına gelen terör ve afetleri görüyorsun, bizleri gamdan, tasadan, kederden ve sıkıntılardan uzak tut!
Ey merhametlilerin en merhametlisi ve cömertlerin en cömerdi! Zatının sevgisi, habibinin fazileti, kitabının sonsuz rahmeti, arşının şeref düğümleri ve ism-i a’zamının yüzü suyu hürmetine açıklarımızı kapat, korkularımızdan bizi emniyete al!
Allah’ım biz senin sevginin surları içinde korunabiliriz, senden başka ilah ve başvuracak yerimiz yoktur, Hz Muhammed senin son hak resulündür. Onun senin yanındaki makamı hakkı için onu bize şefaatçi yap, sen her şeye kadirsin, senin iznin ve gücün dışında hiçbir şeyin olması imkânsızdır. Âmin!Ey Kur’an’ı indiren, hesabı hızlı olan Allah’ım! Din ve vatan düşmanı teröristleri ve fraksiyonları hezimete uğrat, bizi onlara üstün kıl, onları sars, darmadağın et.
Ey dertlilere, çaresizlere ve belaya düşenlerin duasını kabul eden Allah’ım! Sen bize ve tüm Müslümanların başına gelen terör ve afetleri görüyorsun, bizleri gamdan, tasadan, kederden ve sıkıntılardan uzak tut!
Ey merhametlilerin en merhametlisi ve cömertlerin en cömerdi! Zatının sevgisi, habibinin fazileti, kitabının sonsuz rahmeti, arşının şeref düğümleri ve ism-i a’zamının yüzü suyu hürmetine açıklarımızı kapat, korkularımızdan bizi emniyete al!
Allah’ım biz senin sevginin surları içinde korunabiliriz, senden başka ilah ve başvuracak yerimiz yoktur, Hz Muhammed senin son hak resulündür. Onun senin yanındaki makamı hakkı için onu bize şefaatçi yap, sen her şeye kadirsin, senin iznin ve gücün dışında hiçbir şeyin olması imkânsızdır. Âmin!Ey Kur’an’ı indiren, hesabı hızlı olan Allah’ım! Din ve vatan düşmanı teröristleri ve fraksiyonları hezimete uğrat, bizi onlara üstün kıl, onları sars, darmadağın et.
Ey dertlilere, çaresizlere ve belaya düşenlerin duasını kabul eden Allah’ım! Sen bize ve tüm Müslümanların başına gelen terör ve afetleri görüyorsun, bizleri gamdan, tasadan, kederden ve sıkıntılardan uzak tut!
Ey merhametlilerin en merhametlisi ve cömertlerin en cömerdi! Zatının sevgisi, habibinin fazileti, kitabının sonsuz rahmeti, arşının şeref düğümleri ve ism-i a’zamının yüzü suyu hürmetine açıklarımızı kapat, korkularımızdan bizi emniyete al!
Allah’ım biz senin sevginin surları içinde korunabiliriz, senden başka ilah ve başvuracak yerimiz yoktur, Hz Muhammed senin son hak resulündür. Onun senin yanındaki makamı hakkı için onu bize şefaatçi yap, sen her şeye kadirsin, senin iznin ve gücün dışında hiçbir şeyin olması imkânsızdır. Âmin!Ey Kur’an’ı indiren, hesabı hızlı olan Allah’ım! Din ve vatan düşmanı teröristleri ve fraksiyonları hezimete uğrat, bizi onlara üstün kıl, onları sars, darmadağın et.
Ey dertlilere, çaresizlere ve belaya düşenlerin duasını kabul eden Allah’ım! Sen bize ve tüm Müslümanların başına gelen terör ve afetleri görüyorsun, bizleri gamdan, tasadan, kederden ve sıkıntılardan uzak tut!
Ey merhametlilerin en merhametlisi ve cömertlerin en cömerdi! Zatının sevgisi, habibinin fazileti, kitabının sonsuz rahmeti, arşının şeref düğümleri ve ism-i a’zamının yüzü suyu hürmetine açıklarımızı kapat, korkularımızdan bizi emniyete al!
Allah’ım biz senin sevginin surları içinde korunabiliriz, senden başka ilah ve başvuracak yerimiz yoktur, Hz Muhammed senin son hak resulündür. Onun senin yanındaki makamı hakkı için onu bize şefaatçi yap, sen her şeye kadirsin, senin iznin ve gücün dışında hiçbir şeyin olması imkânsızdır. Âmin!Ey Kur’an’ı indiren, hesabı hızlı olan Allah’ım! Din ve vatan düşmanı teröristleri ve fraksiyonları hezimete uğrat, bizi onlara üstün kıl, onları sars, darmadağın et.
Ey dertlilere, çaresizlere ve belaya düşenlerin duasını kabul eden Allah’ım! Sen bize ve tüm Müslümanların başına gelen terör ve afetleri görüyorsun, bizleri gamdan, tasadan, kederden ve sıkıntılardan uzak tut!
Ey merhametlilerin en merhametlisi ve cömertlerin en cömerdi! Zatının sevgisi, habibinin fazileti, kitabının sonsuz rahmeti, arşının şeref düğümleri ve ism-i a’zamının yüzü suyu hürmetine açıklarımızı kapat, korkularımızdan bizi emniyete al!
Allah’ım biz senin sevginin surları içinde korunabiliriz, senden başka ilah ve başvuracak yerimiz yoktur, Hz Muhammed senin son hak resulündür. Onun senin yanındaki makamı hakkı için onu bize şefaatçi yap, sen her şeye kadirsin, senin iznin ve gücün dışında hiçbir şeyin olması imkânsızdır. Âmin!Ey Kur’an’ı indiren, hesabı hızlı olan Allah’ım! Din ve vatan düşmanı teröristleri ve fraksiyonları hezimete uğrat, bizi onlara üstün kıl, onları sars, darmadağın et.
Ey dertlilere, çaresizlere ve belaya düşenlerin duasını kabul eden Allah’ım! Sen bize ve tüm Müslümanların başına gelen terör ve afetleri görüyorsun, bizleri gamdan, tasadan, kederden ve sıkıntılardan uzak tut!
Ey merhametlilerin en merhametlisi ve cömertlerin en cömerdi! Zatının sevgisi, habibinin fazileti, kitabının sonsuz rahmeti, arşının şeref düğümleri ve ism-i a’zamının yüzü suyu hürmetine açıklarımızı kapat, korkularımızdan bizi emniyete al!
Allah’ım biz senin sevginin surları içinde korunabiliriz, senden başka ilah ve başvuracak yerimiz yoktur, Hz Muhammed senin son hak resulündür. Onun senin yanındaki makamı hakkı için onu bize şefaatçi yap, sen her şeye kadirsin, senin iznin ve gücün dışında hiçbir şeyin olması imkânsızdır. Âmin!
Teröre karşı Türkiye, İran, Suudi Arabistan, Endonezya ve Pakistan gibi ülkeler öncelik almalıdır. Bu ülkeler İslam ülkelerinin bir tür güvenlik konseyi görevini yapmalıdır.  
Bunu yapabilmemiz için ufuklu ve evrensel liderlere ihtiyacımız vardır. İslam ülkelerini toparlayacak, kararlar aldırabilecek İslam’ı iyi anlamış ve yorumlamış, basit ayrılıkları önemsemeden dünyanın gözleri önünde tüm Müslümanları karar alabilir hale getirecek bilge önderlere ihtiyacımız vardır.
Bu gün dünyanın en kalabalık toplantıları İslam ülkelerinde gerçekleşmektedir, her yıl hac için ortalama beş milyon insan hicazda bir araya gelmektedir. Bu toplantıda İslam dünyasını terörden korumak için önemli adımlar atılabilir.  
Yüce peygamberimiz 13 yıllık Mekke döneminde hiç kimseye “öte git” dememiş, gerekirse inananları “ötelere” muhacir göndermiştir.  
İslamiyet adını aldığı selam ve selamet barış ve esenlik kollarını herkese açmıştır. Bu gerçeği tersine çevirmek isteyen bilgisizleri yola getirmek için Müslümanların artık ayağa kalkma zamanı gelmiştir.

ALIÇLI, SARINÇ VE TAHTACI YURDU


BÜKÜN KALELERİ: ALIÇLI, SARINÇ VE TAHTACI YURDU

Bir değerli dostum dedi ki: Güneyyurttan Gapıza vardım ve beni getiren akrabama beni burada bırak dedim ve gittiler ben de sırt çantam ve fotoğraf makinamla baş başa verdim kendimi dağlara.
15 gün hiç inmeden dolaştım yaylalarda, sarp kayalarda sadece Yörüklerle çobanlarla hasbihal ettim. İşte ben bunu seviyorum.
Bizim yaylalarımız bir başkadır. Acaba bana mı öyle geliyor diye düşünürüm hep ama aklın yolu birdir dediklerinde kararım karardır: bizim yaylalarımız dünyada eşi menendi olmayan yurt köşeleridir.
Üssüzden, orta yolları aştıktan üç pınarı geçtikten sonra Kapıcıkla başlayan Çallara komşu yaylalarımız bu yaylaların en nadide köşeleridir. Dedeliden beri sürünen ve kendisine her dalan çağlayan ve arklarla coşan Balkusan deresine nazır mis gibi ormanlarla komşu Alıçlı, Sarınç ve Tahtacı Yurdu ve daha paralel uzanan devasa yaylalar çeker insanı kendisine.
Sarıncın aksuları şırıl şırıl akar dereye değirmenin suyuna destek olur. Kuş ve bitki çeşitleri bakımından son derece zengin olan bu yaylalarımız son yıllarda bir el tarafından bizden koparılmaya çalışıldı. Ama olmadı halk parayla da olsa bu yayla ve meralarına sahip çıkarak geleceğe iyi bir imza attılar.
Bayram Ceylan hemşerim anlattı: çocukken, bundan 40 yıl kadar önce bütün aile bütün mahalle Alıçlı’ya göçerdik. Her yer cıvıl cıvıl olurdu. Kuşlar hatta yılanlar bile bizim geldiğimize sevinirlerdi. İnsansız bu dağların tadı tuzu yok derlerdi. Anam “un bitti herif” deyince, babam kıl çulun bir ucun da ağaran ekinlerden bir iki deste döver çıkan buğdayı omuzladığı gibi cumaya giderken türbe değirmenine verirdi cumadan dönerken de unu alır gelirdi. Anam ocaktaki sacın üzerinde taptaze undan yaptığı biccileri ve topak ekmekleri saca atar, pişeni çocukların kucağına fıraklardı. Ne katık ve yağ hiçbir şey istemezdi. Neydi o tat neydi o lezzet Allah’ım!
Sonra daha ağarmamış ekinlerden deste yaparak ütüp yemeler, somatta övceleyerek denelerini kapışmalar, her tarafımızın is içinde olması. Bunlar bile tatlıydı o günlerde. Karamıkları tazeyken tersine sıyırıp yeşil yapraklarını yediğimiz, olan üzümlerini de karadut gibi her tarafımızı boyalayarak yediğimiz yayla günlerini hala arıyorum.
Ayı beleni, Hacı Hasan Kırı, Tolbunar, Saparca ve Üssüze kasabanın Pınargözü, Habip ve Oda mahallesi halkları göçerken Altıntaş’a yeni mahalleliler göçerdi. Alıçlı Sarınç ve Tahtacı yurduna ise Aralık ve Cami mahallesi çıkardı.
Yaylalarımızın içinde en toplu olanlar Altıntaş ile Sarınçdır. Altıntaşda oba taşında Sarıncda da harman yerinde tüm mahallenin toplu çardak ve kelifleri vardır. Burada oyunlar, gıcırdıklar ve şen şakrak eğlenceler olurdu yazları. Gelişen teknolojinin en büyük darbesi bu kırsal hayata oldu şüphesiz.
Sanayi devriminin ülkemizi de etkilemesiyle zorunlu olarak yaylalarımızı bıraktık. Gençler gurbete gittiler yaşlılar da tek başlarına yapamadılar. Başta yaylalarımız ve yer bağlarımız ilgisizlikten kurumaya yüz tuttular. Biz varmayınca kuşlar bile bıraktı oraları. Onlar da bizimle beraber mahallelere indiler. Gök güdükler ve kır serçeleri kapılarımızın önünde ötmeye başladılar adeta bize çıkın yaylalara diye yalvarır gibi.
Gözünüz aydın ey yayalarımız! Uyandık artık 40 yıllık mahmurluğu attık artık sizdeyiz ömür boyu. Kasabamızdan kestirme araba yolu yapıldı bütün yayla köşelerine. Sabah gidip akşam dönülebilecek artık. Ama ne bu acele ki yatalım yaylalarımızda onların da geceleri insan görsün. Soluyalım sabah ayazlarını. Birlikte kılalım sabah namazlarını atmacalarla. Harman yerlerinde kılalım yatsı namazını cemaatle hatta bırakın çekirgeler kametlesin.
Soluyalım kır yürüyüşlerinde geven çiçeklerinin dayanılmaz kokusunu. Banalım şırıl şırıl akan pınarın ünündeki göbetlere, ilaçsız hormonsuz boru görmemiş suları tadalım.
Ara verelim tüp gazla pişen yemeklere, şapla köküyle ardıç pürüyle pişen kekikli, sütlü ve patatesli çorbalarımızı ihya edelim siyah çay yerine. Bir haftalığına da olsa dolunaylı yaz sabahlarında.


MEDYA ERMENEK YAZARLARI
HTML Hit Counter Bu Sayfanın Tıklanma Sayısı
Free Counters Kaç Bilgisayar Üzerinden Giriş Yapıldı
DİKKAT!Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen yazara ve yorumcuya aittir.